ÖZET
Amaç:
Otoimmün tiroid hastalıkları genel popülasyonda sıkça görülmektedir. Tiroid kanseri (TC) en sık görülen endokrin malignitedir. Bu çalışmanın amacı, Basedow-Graves (BG) ve Hashimoto tiroiditi (HT) hastalarında TC riskini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem:
Kurumumuzda 1.668 hastaya tiroid cerrahisi uygulandı. Bunlardan 138 hastaya HT (126 kadın, 12 erkek) ve 78 hastaya BG (61 kadın, 17 erkek) tanısı konuldu. TC tanısı alan HT ve BG hastaları saptandı.
Bulgular:
TK BG hastalarının %23,1’inde, HT hastalarının %52,2’sinde ve nodüler guatr (NG) hastalarının %38,7’sinde vardı. BG hastaları HT hastaları ile karşılaştırıldı ve HT hastalarında TC daha sık görüldü (p<0,001). BG hastaları NG hastaları ile karşılaştırıldı ve BG hastalarında TC daha az görüldü (p=0,008). HT hastaları (yaş ortalaması: 46,53 yıl) ile NG hastalarının (yaş ortalaması: 51,02 yıl) karşılaştırılmasında, HT hastalarında TC’nin daha sık (p=0,003) ve daha erken yaşta (p=0,019) görüldüğü belirlendi. BG’li hastalarda papiller mikrokarsinom sıklığının HT ve NG hastalarına göre daha yüksek olduğu (p=0,004), tümör boyutunun daha küçük olduğu görüldü.
Sonuç:
HT, artan TK geliştirme riski ile ilişkilidir. Bununla birlikte, bu hastalıkları birbirine bağlayan patogenez belirsizliğini korumaktadır. Bu yüzden konu hakkında daha fazla çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
GİRİŞ
Genel popülasyonda otoimmün hastalıkların sıklığı önemlidir. En yaygın örneklerden biri otoimmün tiroid hastalığıdır (OİTH)1. Tiroid kanseri (TK) en yaygın endokrin malignitedir2. Hipotiroidizme en sık katkıda bulunan faktör Hashimoto tiroiditidir (HT). Erkeklerle karşılaştırıldığında, kadınların HT’ye sahip olma olasılığı yedi kat TK’nin en yaygın türü olan papiller TK (PTK) geliştirme olasılığı 2,5 kat daha fazladır3. HT genellikle tıbbi olarak tedavi edilir; ancak bazen tiroidektomi endikedir4.
Kanser ve enflamasyon arasındaki ilişkinin oldukça iyi bilinmesine ragmen HT ve TK patogenezi arasındaki ilişki belirsizliğini korumaktadır5,6. Yüksek seviyelerde anti-TPO, anti-Tg ve tiroid uyarıcı hormon (TSH) kombinasyonunun, diferansiye TK (DTK)7 için bir risk faktörü olduğu keşfedilmiştir. HT’nin neden ortaya çıktığına dair birkaç teori bulunmaktadır. HT’nin, tiroid bezinin yapısal bütünlüğüne zarar veren ve TSH salınımını uyaracak şekilde tiroid hormonlarının sentezine müdahale eden kronik tiroid iltihabı olması muhtemeldir. Guatrda, sürekli yüksek dozlarda TSH stimülasyonu da TK’yi aktive edebilir8. Tiroid otoantikorları (TAb), çeşitli çalışmalarda artmış TK riski ile ilişkilendirilmiştir; ancak, TAb ve TK arasındaki ilişki hala belirsizdir9.
Graves hastalığının (GD) tiroid nodülleri (TN) ve TK ile ilişkisi nadiren bildirilmektedir. Son literatüre göre insidans artmaktadır10,11. Ötiroid kontrol hastalarında DTK’ye göre GD’li hastalarda DTK’nin daha yüksek agresifliğe ve daha kötü prognoza sahip olduğu daha önce bildirilmişti. Bu konuda birçok çalışma tartışmalı sonuçlar ortaya koymuştur. Bunun nedeni genetik ve çevresel faktörler ile yetersiz hasta takibi olabilir10,12,13. GD hastalarında tiroid uyarıcı antikorlar (TSAb), TK’nin yüksek agresyon seviyesinin saptanmasında rol oynayabilir14. Kapsamlı kanıtlar, tirotropinin DTK’nin büyümesini ve işlevini uyardığını göstermektedir. Bu yanıtlar, TK hücrelerinde tirotropin reseptörlerinin varlığına işaret etmektedir15.
OİTH’den sonra DTK geliştirme olasılığı hakkında devam eden bir tartışma bulunmaktadır. Bu araştırmanın amacı, TN ile ilişkili GD ve HT nedeniyle ameliyat olan hastaları analiz etmek ve TK riskini değerlendirmektir.
GEREÇ VE YÖNTEM
Tek bir üniversite hastanesinde çeşitli tiroid hastalıkları olan 1668 hastaya tiroid ameliyatı yapıldı. Yetmiş sekiz hastada Basedow-Graves (BG), 138 hastada HT ve 1452 hastada nodüler guatr (NG) olduğu belirlendi. 15-8/8 numaralı çalışma protokolü, çalışmanın yürütüldüğü merkezin Ege Üniversitesi Etik Kurulu tarafından 29 Eylül 2015 tarihinde onaylandı. Çalışma yürütülürken Helsinki Deklarasyonu’na uyuldu.
Preoperatif bir tanı mevcut olduğunda, total tiroidektomi primer cerrahi tedaviydi. Her hastanın santral kompartman lenf nodları diseke edildi. Metastaz varlığında lateral boyun lenf nodu diseksiyonu yapıldı.
GD için tiroidektomi endikasyonları, şüpheli sitoloji ve büyük hacimli guatrların (>90 mL) varlığıydı. Şüpheli nodül ve lenf nodu saptanan hastalara ultrason muayenesi ve biyopsi yapıldı.
HT hastalarında ultrasonda en az 5 mm tiroid nodülleri, perinodüler halo ve arka duvarda güçlü anekoik lezyon saptandığında cerrahi uygulandı. HT olarak analiz edilen hastalar aşağıdaki kriterleri karşılamıştır: (1) Perinodüler hipoekojenik veya hiperekojenik hale, güçlendirilmiş posterior duvarı olan anekoik lezyon ve çapı en az 5 mm olan hipoekoik veya hiperekoik nodüler paterne sahip ultrasonografik lezyonlar; (2) yüksek tiroglobulin antikoru (TgAb) veya anti-tiroid peroksidaz antikor titreleri (anti-TPO); (3) histoloji göz önüne alındığında, tepki odakları ve lenfatik foliküller ile yaygın bir lenfositik infiltrasyonun yanı sıra kolloid hacmi azalmış küçük foliküller, fibroz odakları ve oksifilik sitoplazmalı hücrelere sahip tiroid parankimi ve stroma. Tirotropin reseptör antikorlarının (TRAb) pozitif olması, GD kayıtlarının olması ve HT’ye ait klinik, ultrasonografi ve morfolojik kanıtların olmaması dışlama kriterlerine dahil edildi.
İnce iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) ile bulunan şüpheli lezyonlar [İİAB; Bethesda derece III ve IV: III-önemi belirlenmemiş atipi veya önemi belirlenmemiş foliküler lezyon; IV-foliküler neoplazm veya foliküler neoplazm için şüpheli (Hurthle hücresi)] ve trakeal bası semptomları NG grubunda cerrahi tedavi endikasyonları arasında görüldü.
De novo metastatik TK, tekrarlayan TK ve daha önce önemli ölçüde radyasyona maruz kalmış 18 yaşın altındaki hastalar çalışma dışı bırakıldı.
Ameliyat olacak hastalara fizik muayene, tiroid USG, TAb testleri ve tiroid biyopsisi yapıldı. Veriler retrospektif olarak analiz edildi.
İstatistiksel Analiz
İstatistiksel analizler için Statistical Package for the Social Sciences 20.0 (IBM, Türkiye) paket programı kullanıldı. Değişkenler arasındaki ilişkilerin incelenmesinde ki-kare testi, Student’s t-testleri, Mann-Whitney U, Kruskal-Wallis testi, Post-hoc testi ve tek değişkenli varyans analizi uygulandı. P<0,05 değerleri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
BULGULAR
Araştırmamızda BG’li 78 kişinin 61’i kadın, 17’si erkek hasta olduğu ve yaş ortalamasının 39,42 (19-73) yıl olduğu görüldü. Yüz otuz sekiz HT’li bireyin 126’sının kadın, 12’sinin erkek olduğu ve yaş ortalamasının 49,24 (22-77) yıl olduğu belirlendi. NG’li 1452 kişiden 1094’ü kadın, 358’i erkekti ve yaş ortalamaları 53,34 (18-83) idi.
BG grubunda yer alan 78 hastanın 18’inde (%23,1), HT grubunda yer alan 138 hastanın 72’sinde (%52,2), NG grubunda yer alan 1452 hastanın 562’sinde (%38,7) malignite mevcuttu. BG, HT ve NG gruplarında TC’li hastaların malignite verileri Tablo 1’de gösterilmiştir.
HT ve BG grupları arasında, HT ve NG grupları arasında (p=0,003), NG ve BG grupları arasındaki (p=0,008) malignite farkı istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,008) (Tablo 2).
Malignite pozitif ve malignite negatif gruplar arasında yaş açısından HT (p=0,007) ve NG (p<0,001) için istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (Tablo 3). Malignite pozitif ve malignite negatif gruplar arasında ise yaş açısından GD için anlamlı fark bulunmadı (p=0,79) (Tablo 3). Yaş açısından da GD malignite pozitif ve HT malignite pozitif gruplar arasında (p=1,000), GD malignite pozitif ve NG malignite pozitif gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0,110) (Tablo 2). NG malignite pozitif ve HT malignite pozitif gruplar arasında yaş açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p=0,019) (Tablo 2).
Çalışmamızda malignite sıklığı erkek grupta %43,4 (168/387), kadın grupta %37,8 (484/1281) idi; ve bu gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,054). NG’de malignite görülme sıklığı erkek grupta %43,6, kadın grupta %37,1 idi ve bu gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,034) (Tablo 4). Diğer yandan BG’de ise malignite sıklığı erkek grupta %29,4, kadın grupta %21,3 iken bu gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,522) (Tablo 4). HT’de malignite görülme sıklığı erkek grupta %58,3, kadın grupta %51,6 idi ve fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,885) (Tablo 4).
Dominant nodül boyutu açısından GD malignite pozitif ve GD malignite negatif gruplar arasında (p=0,596), HT malignite pozitif ve HT malignite negatif gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0,064) (Tablo 5). Ancak malignite pozitif ve negatif gruplar arasında NG açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,001) (Tablo 5).
Çalışmamızda tümör boyutu BG grubunda 0,75 cm [minimum (min): 0,1 cm - maksimum (maks): 2,60 cm], HT grubunda 1,26 cm (min: 0,1 cm - maks: 5 cm), ve NG grubunda 1,48 cm (min: 0,1 cm - 11 cm) olarak bulundu. Tümör boyutu açısından GD ve HT malignite pozitif gruplar arasında (p=0,048), GD ve NG malignite pozitif gruplar arasında (p=0,010) istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (Tablo 2). Diğer yandan, HT ve NG malignite pozitif gruplar arasında ise tümör boyutu açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0,311) (Tablo 2).
Çalışmamızda mikrokarsinom ve makrokarsinom sıklıkları BG grubunda sırasıyla %83,3 (n=15) ve %16,7 (n=3); HT grubunda sırasıyla %49,3 (n=34) ve %50,7 (n=35); NG grubunda sırasıyla %44,2 (n=238) ve %55,8 (n=300) idi. Mikrokarsinom açısından GD grubu ile diğer gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0,004) (Tablo 2).
Çalışmamızda multifokal TK GD, HT ve NG hastalarında sırasıyla %38,9 (n=7), %41,7 (n=30) ve %30,7 (n=172) oranlarında görüldü (p=0,140) (Tablo 2). TK’li GD, HT ve NG hastalarında sırasıyla %5,6 (n=1), %9,7 (n=7) ve %12,8 (n=72) oranında kapsül invazyonu vardı (p=0,509) (Tablo 2). GD, HT ve NG için (sırasıyla %0, %0 ve %2,6) damar invazyonu açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (n=15) (p=0,317) (Tablo 2). GD, HT ve NG arasında lenf nodu metastazı açısından [sırasıyla %16,7 (n=3), %13,9 (n=10), %13,4 (n=75)] (p=0,918) ve uzak metastazlar açısından (sırasıyla %0, %0 ve %3,3) (n=15) (p=0,304) (Tablo 2) istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu.
Ayrıca GD’li malignite pozitif ve malignite negatif gruplar arasında ve HT’li malignite pozitif ve malignite negatif gruplar arasında tiroid hormonları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. TSH açısından NG ile malignite pozitif (1,18 mIU/L) ve malignite negatif (0,8 mIU/L) gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,001). GD, HT ve NG’li malignite pozitif gruplar arasında TAb açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. TRAb için ise sadece GD’li malignite pozitif (1,4 IU/L) ve malignite negatif (5,2 IU/L) gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0,031).
TARTIŞMA
Çalışmanın amacı, cerrahi patoloji örneklerinde TK ve OİTH’nin ne sıklıkta bir arada bulunduğunu bulmaktı. 2005-2014 yılları arasında patolojik GD, HT ve ND tanılarıyla ameliyat edilen 1668 hasta ile ilgili çalışma retrospektif olarak incelendi. HT ile ilişkili TN’li bireylerde TK geliştirme olasılığı, mevcut literatürün değerlendirilmesinde tartışmalı bir konudur16,17. Anil ve ark.17, HT’li bireylerde TK’nin gerçek agresyon oranını İİAB kullanarak değerlendirdiler. HT’li hastalardaki tiroid nodüllerinin, HT’si olmayanlara göre malign olma ihtimalinin daha yüksek olmadığını buldular. Öte yandan, Larson ve ark.18 bir çalışma yürüttüler ve HT’ye sahip hastaların TK’ye sahip olma olasılıklarının üç kat daha fazla olduğunu buldular. Bu çalışmada, PI3K/Akt ekspresyonu hem HT’de hem de iyi DTK’de yüksektir. Bu durum, kronik enflamasyon ile kanser gelişimi arasında önemli bir bağlantı olduğunu göstermiştir. TK ve GD arasındaki ilişki sorgulanabilir. TN ve GD’nin bir arada bulunması geniş çapta tanımlanmıştır, ancak potansiyel malignite riski açısından önemi belirsizdir. Terzioğlu ve ark.19 eş zamanlı hipertiroidizm ve TK’yi değerlendirmişler ve GD ile eş zamanlı karsinom oranını %6 bulmuşlardır20. Chen ve ark.21 ise GD grubunun kanser insidansını 1,37 kat daha fazla bulmuşlardır (p<0,001).
Çalışmamızda NG grubunda malignite prevalansı %38,7 idi. GD ve HT gruplarında malignite sıklığı sırasıyla %23,1 ve %52,2 olarak belirlendi. Dolayısıyla NG’de malignite insidansı GD’ye göre daha yüksekti (p=0,008). HT’de malignite insidansı NG’ye göre daha yüksekti (p=0,003). Diğer yandan HT’de malignite insidansı GD’ye göre daha yüksekti (p<0,01). Bu sonuç HT varlığının malignite (PTK) gelişimi için bir risk faktörü olabileceği düşüncesini doğurmuştur.
Kadınların, TK’nin en yaygın türü olan PTK’ye yakalanma olasılığı erkeklerden 2,5 kat daha fazladır. Bu hastalıklar kadınlarda yaygın olduğundan, kadınlarda PTK ile HT arasında bir bağlantı olup olmadığını tespit etmek için Repplinger ve ark.3 kurumlarından gelen verileri incelediler. Verileri HT’nin daha yüksek PTC alma olasılığı ile bağlantılı olduğunu gösterdi. Ayrıca çalışmamızda da literatürle benzer şekilde HT’de en sık görülen malignite tipi PTK idi. Öte yandan, Wei ve ark.22, GD veya TN lezyonları için tiroid rezeksiyonu yapılan GD hastalarını incelediler. İstatistiklere göre, lenf nodu metastazı veya ekstratiroidal lenfovasküler invazyonu olmayan düşük riskli papiller tiroid mikrokarsinomları, kanserlerin çoğunu oluşturmaktadır. Bizim çalışmamızda da literatürle benzer şekilde GD’de en sık görülen malignite tipi PTK idi. GD, HT ve NG arasında PTK açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu.
Azizi ve ark.23 HT ile TK arasındaki ilişkiyi değerlendirdiler. Verileri, hem TK hem de daha yüksek serum TgAb konsantrasyonu ve 45 yaş altı yaş arasında bir korelasyon gösterdi. Ayrıca çalışmamızda HT malignite pozitif ve NG malignite pozitif gruplar arasında yaş açısından literatürle benzer şekilde (p=0,019) istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (sırasıyla 46,53, 51,02). Aynı zamanda çalışmamızda malignite pozitif ve malignite negatif HT grupları arasında yaş açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p=0,007). Malignite pozitif grubun yaş ortalaması daha gençti. Literatürde yaş açısından TK ve GD’nin ilişkili olup olmadığı tartışmalıdır24,25. Çalışmamızda ise malignitesi olan GD ve NG hastaları arasında yaş açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Benzer şekilde, malign GD ve HT’li hastalar arasında yaş açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu.
Literatürde TK ile HT arasındaki ilişki cinsiyet açısından tartışmalıdır23. Mazokopakis ve ark.26 HT ile TK arasında cinsiyet açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulamamışlardır. Bizim çalışmamızda da benzer şekilde cinsiyete göre HT malignite gruplarında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Literatürde kadınlarda GD’nin malignite sıklığı erkeklerde olduğu kadar yüksektir27. Çalışmamızda cinsiyete göre GD TK’de istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulmadık. Literatürle uyumlu olarak GD malignite pozitif ve GD malignite negatif gruplar arasında dominant nodül boyutu açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Bizim çalışmamızda da benzer şekilde malignite pozitif ve malignite negatif HT grupları arasında dominant nodül boyutu açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Literatürde, GD’li hastalardaki tümörlerin boyutu, ötiroid grubuna göre anlamlı olarak daha küçüktü28. Bizim çalışmamızda da literatürle benzer şekilde GD’li hastalarda tümör boyutları HT ve NG gruplarına göre anlamlı derecede küçüktü (sırasıyla p=0,048, p=0,01). Diğer yandan tümör boyutu açısından HT ve NG malignite pozitif grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Literatürde, GD’li hastalarda mikrokarsinom, NG olanlara göre anlamlı derecede daha yaygındı25-27. Çalışmamız literatürle benzer şekilde GD’de mikrokarsinomun HT ve ND gruplarına göre anlamlı olarak daha sık olduğunu gösterdi (p=0,004). Azizi ve ark.23, HT grubunda yüksek serum TgAb konsantrasyonu ile TK arasında bir ilişki bulmuşlardır. Bizim çalışmamızda ise serum TgAb ve TPOAb açısından ne HT ne de BG malignite pozitif gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ayrıca Azizi ve ark.23, HT grubunda ≥1 µIU/mL yüksek serum TSH konsantrasyonu ile TK arasında da bir ilişki bulmuşlardır. Benzer şekilde, literatürde, Haymart ve ark.29, TK insidansının daha yüksek TSH ile korele olduğunu bildirmişlerdir. Çalışmamızda yüksek serum TSH, kalsitonin ve diğer TFT konsantrasyonları açısından HT malignite grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Ayrıca GD’li malignite pozitif ve malignite negatif gruplar arasında da TSH, FT3, FT4, TSH ve kalsitonin açısından istatistiksel açıdan anlamlı bir fark görülmedi. Ancak NG’li malignite pozitif ve malignite negatif gruplar arasında TSH açısından istatistiksel fark görüldü (p<0,001). GD’li malignite pozitif ve malignite negatif gruplar arasında TRAb açısından istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0,031). TRAb düzeyi malign grupta anlamlı olarak daha yüksekti. Yano ve ark.30, GD grubundaki TRAb düzeylerinin multifokalite veya lenf nodu metastazlarının varlığı ile anlamlı bir şekilde ilişkili olmadığını bildirmişlerdir. Bu verilere göre, TK, GD’den muzdarip bireylerde ötiroid olanlardan daha şiddetli değildir. Bu sonuçlar bize yüksek TRAb düzeyinin GD’li hastalarda malignite gelişimine etkisinin olmadığını düşündürmüştür. Bizim çalışmamızda da literatürle benzer şekilde GD, HT ve NG arasında multifokalite açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Konturek ve ark.31, multifokal PTK’si olan HT’li kişilerde LNM riskinin yüksek olduğunu bulmuşlardır. Bununla birlikte, Konturek ve ark.32 tarafından yürütülen başka bir çalışma, PTK’nin seviye VI lenf düğümlerine yayılmasının HT’de HT olmayan hastalara göre dört kat daha yaygın olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu çalışmada da görüldüğü gibi multifokalitenin prognozu olumsuz etkilediği ancak OİTH’nin multifokaliteyi artırmadığı belirlendi. Demircioglu ve ark.33 TK’de TSH yüksekliği ile lenfovasküler invazyon ve tiroid dışı yayılım arasında bir ilişki bulmuşlardır. Ancak çalışmamızda GD, HT ve NG arasında kapsüler invazyon ve ayrıca vasküler invazyon açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Benzer şekilde lenf nodu metastazları dikkate alındığında GD, HT ve NG arasında istatistiksel olarak anlamlı fark görülmedi. Ancak, PTK’de tümörün etrafında veya içinde lenfositik infiltrasyon, HT’te iyi prognozu tahmin etmek için yararlı olabilir34. Bu, lenfositik infiltrasyonun, tümörlerin gelişimini ve çoğalmasını engelleyen bir bağışıklık tepkisi olduğu görüşüyle tutarlıdır35. Kanserli olmayan tiroidlerinde kronik tiroiditi olan PTK’li hastalar, hem nükssüz hem de genel sağkalım açısından önemli ölçüde iyileştirilmiş bir prognoza sahiptirler36. Literatürde TK ve GD arasındaki ilişki uzak metastazlar açısından tartışmalıdır. Cappelli ve ark.37, GD ile ilişkili kanserlerin, multinodüler toksik guatr veya uninodüler toksik guatr ile ilişkili kanserlerden daha agresif göründüğünü bulmuşlardır. Kikuchi ve ark.38, GD’de küçük TK’ye sahip hastaların mükemmel bir prognoza sahip olduğunu göstermişlerdir. Çalışmamızda, uzak metastazlar açısından GD, HT ve NG arasında istatistiksel açıdan anlamlı bir fark yoktu.
Çalışmanın Kısıtlılıkları
Çalışmamızla ilgili bazı kısıtlılıklar vardı. Çalışmamızın en önemli kısıtlılığı tek merkezde yapılmış olmasıdır. Ayrıca de novo metastatik TK’li hastalar çalışmaya dahil edilmemiştir.
SONUÇ
Sonuç olarak, Türkiye’nin batısındaki bölgemizde HT ve GD arasındaki klinikopatolojik korelasyonları TK açısından inceledik. BG hastaları HT hastaları ile karşılaştırıldığında TK’nin HT hastalarında daha yaygın olduğu gösterildi. BG hastalarında NG hastalarına göre TK’nin daha az yaygın olduğu görüldü. TK, HT hastalarında NG hastalarına göre daha sık gözlendi. HT hastalarında NG bireylere göre daha genç yaşta TK görüldüğü gözlendi. HT ve NG hastalarının aksine, BG’li hastaların papiller mikrokarsinom olasılığının daha yüksek olduğu gösterildi. TK olan BG hastalarında TRAb’nin daha düşük olduğu bulundu. Tiroid antikorları ve TSH’nin OİTH’de TK riski üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı ortaya konuldu.
Bu veriler, HT’nin PTK geliştirme riskinde artış ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, bu hastalıkları birbirine bağlayan bir patogenez belirsizliğini korumaktadır. Bu konuda daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.
Etik
Etik Kurul Onayı: 15-8/8 numaralı çalışma protokolü, çalışmanın yürütüldüğü merkezin Ege Üniversitesi Etik Kurulu tarafından 29 Eylül 2015 tarihinde onaylandı.
Hasta Onayı: Retrospektif çalışmadır.
Hakem Değerlendirmesi: Editörler kurulu dışında olan kişiler tarafından değerlendirilmiştir.
Yazarlık Katkıları
Konsept: Ş.B., M.E., M.Ö., B.S.Y., Dizayn: Ş.B., M.E., M.Ö., Ö.M., Veri Toplama veya İşleme: Ş.B., M.E., M.Ö., B.S.Y., Y.E., Ö.M., Analiz veya Yorumlama: Ş.B., Y.E., Ö.M., Literatür Arama: Ş.B., B.S.Y., Yazan: Ş.B.
Çıkar Çatışması: Yazarlar bu makale ile ilgili olarak herhangi bir çıkar çatışması bildirmemiştir.
Finansal Destek: Çalışmamız için hiçbir kurum ya da kişiden finansal destek alınmamıştır.